Dünya ayaklar altında
Yirmi birinci yüzyılın insanı olmak,
bu dönem içinde yaşamak ne kadar muazzam bir duygu. Geçmişte atalarımızın
yaşantılarını tarih kitaplarından okuduğumuzda ya da eski bir film
izlediğimizde birçok yaşanmışlıklara şaşkınlıkla gülümseriz. Büyüklerimizin
anılarını dinleme lütfünde bulunduğumuzda şimdiki zaman karşılaştırılır ve bu
kısa sohbetlerde imkânsızlıklardan bahsedilir. Konuşmaların sonları ise yaşanmış,
zihinlerde dipdiri duran küçük mutluluklar dile gelir. Sönmeye yüz tutmuş
gözlerde beliren bu mutluluk bizlere bırakılan en güzel anılardır aslında.
Yaş itibari ile bizlerde artık o
noktaya geliyoruz. Son elli yılda dünyada ve son yirmi yılda ülkemizde ne çok
şey değişti. Bu değişikliklerdeki en önemli etken, bilindiği üzere teknolojinin
hızla hayatımıza girmiş olmasıdır. Cep telefonlarının ve internetin ardından
akıllı telefonların parmaklarımızın ucunda olması demek, dünyanın ayaklarımızın
altında olmasıyla eş değer bir nevi. Oturduğumuz yerden dünyaya bir şekilde de
olsa hâkim olmak, olan bitenden haberdar olmak mutluluk verici olsa gerek.
Genel düşünce bu iken toplum olarak,
dünya insanı olarak neden daha az mutluyuz?
-Hiç düşündünüz mü –demeyeceğim tabii ki. Her aklı başında, birey belli
dönemlerde kendi veya çevresindekiler için düşünür elbet. Yaşam içerisindeki
eksiklikler kişi için büyük mutsuzluk kaynağı olabilir. Giriş kısmında
atalarımızın yokluk içindeki yaşayışlarından bahsetmiştim. Eksiklikler yönünden,
zamanlarımızı karşılaştırınca mutsuz olmak için asıl onların geçerli sebepleri
vardı. Ama durum tam tersine bu zamanda. Gençlerimiz neden mutsuz? Çocuklarımıza
elimizden gelen her şeyi yapmamıza rağmen neden mutlu edemiyoruz? Biz neden
daha az mutluyuz? Neden içyapılarımızı huzurla donatamıyor, esenlikle
dokuyamıyoruz? Sağlıklı nefes alıp vermemiz en büyük mutluluk neden olamıyor? Sorunun
cevabı çok basit aslında fakat sorunun çözümü ise bir o kadar da karmaşık.
Parmaklarının ucunda dünyayı
gözlemleyen çocuklarımıza, sunduklarımızla yetemiyor olmamız işin bir boyutu
olabilir. Onlar parmaklarının yardımıyla görüp, ulaştım sandıkları dünyanın
nimetlerini avuçlarında hissetmek istiyorlar. Avuçlayamadıkları dünya onları
türlü türlü hırslara ve akabinde mutsuzluklara sürüklüyor çoğu zaman. Doyumsuzluk
ve sürekli tüketme ihtiyacı burada kendini gösteriyor. Bilinçli hareket eden,
bu duruma dur diyebilen ebeveynlerin çocukları, geçişleri daha az hasarla
atlatmakta ve elindekilerle yetinip mutlu olabilen bireyler olarak yollarına devam
etmekteler.
Bir çocuğun, akabinde bir toplumun
şekillenmesinde en etkin usta tabii ki annedir. Mutlu annelerin ellerinde ilk
şeklini, ilk eğitimini alan çocuk topluma sağlıklı bireyler olarak adım atar.
Önemli olan annelerin ne kadar mutlu olduğudur. Dünya sadece çocuklarımızın
parmaklarının ucunda değil tabii ki. Anneler ve babalarda bu durumun bir
parçası. Onlarda tüketim çarkının içinde
savrulup duruyorlar. Bu noktadaki kontrol mekanizması bilmelisiniz ki şükürdür.
Bu kontrol mekanizmasını işletemeyen, şükretme erdemliliğini hayatının merkezine
koyamayan her birey mutsuzluğa davetiye çıkarıyor demektir.
“Daima önüne değil ardına da bak” felsefesi çoğu zaman doğru bir davranış olabilir. İleriye
koşarken, aşırı isteklere ulaşamama durumunda, tamiri imkânsız hayal kırıklıkları
olan, doğru bakış açısını yakalayamayan ve kendine yabancılaşan bir neslin
varlığı kaçınılmaz olacaktır. Hayatın satır aralarının okunabilmesi bu noktada
çok daha fazla önem arz etmektedir.
Kendini aramak, kendini bulmak,
kendine bakmak, kendini görmek, kendiyle tanışıp kendisiyle beraber yaşamak,
kendini değerli kılmak ve en önemlisi kendini mutlu etmek kavramlarını yakalayabilen
her birey mutluluğunu ve mutluluğun beraberinde gelen başarıları da yakalayacak
demektir. Benlik duygusundan sıyrılmış birey, sosyal hayattaki duyarlılıklarıyla
varlığına değer kattığında mutlu olacaktır. İçinde bulunduğu hayatta An’a hâkim
olanlar, güzel görüntüler resmedeceklerdir geleceğe.
Kısaca; kişinin mutluluğunun ya da
mutsuzluğunun en büyük mimarı kişinin yine kendisidir diyerek sözü, sözün
üstadına bırakıyorum.
Necip Fazıl der ki;
“ bir
bölünmez ki insan, onu zaman bölüyor
İnsan her an dirilip her saniye ölüyor”
Vildan Poyraz Coşkun
20.12.2015
Söz Şehri Dergisi, Sayı 4
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder